14 Temmuz 2013 Pazar

22 Haziran-14 Temmuz 2013 İtalya Alpleri ve Balkanlar(4)

8 TEMMUZ 2013 PAZARTESİ

Saraybosna Müzesini gezmekle başladık güne, gerçekten insanın tüyleri diken diken oluyor. Bu kadar yakın bir geçmişte yaşanılan vahşet inanılır gibi değil. Bir yazı vardı aklımdan çıkmayan “O yıllarda çocuk olanlar, çocukluk nedir bilemediler” diye. Benim yaşıtım insanlar, hayata devam edebilmiş olanlar, nasıl bakıyorlar acaba dünyaya ? Çok acı...

Saraybosna'ya veda, yola devam... Karadağ yani Montenegro'ya giriş (adı çok güzel değil mi ? :)).


Durmitor Milli Parkı, anlatılmaz yaşanır doğa manzaraları. Bizim de bu akşamlık son durağımız Pluzine olacak...


Karadağ çok güzel bir coğrafyaya sahip, genel kanım maalesef bunun hakkını veremedikleri yönünde. Acayip çarpık bir yerleşim söz konusu. Çok turistik bir alan, imara açmışlar buraları ve tam bir karmaşaya dönüşmüş. Bizim Ayder Yaylası gibi, eski halini bilemem ama gittiğimde benim hayalimden çok uzak bir yayla ile karşılaştım, betonarme dip dibe oteller... Yazık ediyoruz bu mucizevi güzelliklere :(

Neyse vardık Pluzine'ye. Niyetimiz kampingde kalmak, bir sürü tabela gördük, çıkar elbet birşey... ama nafile, kamp olmayan bir gıdım yeşillik alanı çadır alanı olarak gösteriyorlar, bizi bungalovlara yönlendirmeye çalışıyorlar ve gıdım ingilizce yok. İlk kamp diye takip ettiğimiz tabelalar da bizi bungalovların olduğu bir alana götürmüştü, oraya gelene kadar heryerde tabela, “ konak bungalov”, ama dibindeyiz tabela yok, kaçak konaklama yani yine. Ama yer fıstık gibi, göl kenarı, hemen altta vişne ağaçları, adam 30 euro diyor önce, biz kampingden alışmışız 15 euro civarına, yok, ne gerek var, deyip ayrılıyoruz, pazarlıkla 20 euroya iniyor ama bizim geldiğimiz ilk yer ya biraz bakınalım, buna mı kaldık edasıyla ayrılıyoruz. İşin aslı sonradan çıkıyor, kaçırmasak iyiymiş, kamping yok, diğer oda fiyatları çok daha fazla, hava kararmak üzere ve hafiften yağmur çiseliyor, yorulmuşuz... Neyse tamam ya biz de suyunu çıkardık, süper bungalova verilir o para deyip geri dönüyoruz ama adam yok, hiçkimse yok... Tulumları bırakıp yolda keyifli bir yer gibi gözüken kafede birer bira içelim diyoruz.

Vardık kafeye, bereket adamı tanıyormuş kafe sahibi, çağırdı, neyse anlattık derdimizi, kafamızı sokacak yeri ayarladık, artık geceye gönül rahatlığı ile başlayabiliriz...

Önce biralaaaar... Zvono Cafe'de bizim yaşlarda, Polonyalı, bisikletle turlayan bir çifte rastlıyoruz, 15 günlüğüne Montenegro turu yapmaya gelmişler. Laf lafı açıyor, başlıyoruz onlar artı kafe sahibi muhabbete. Kafe sahibi de acayip entel bir tip, çok havalı... ikinci biraları o, yani patron, ısmarlıyor :)

Polonyalı çocuk da müzikle ilgili, uzunca bir müzik muhabbeti oluyor. Goran Bregoviç'i soruyoruz. Bu kadar meşhur ama BosnaHersek'de izine rastlamadık diye, “ucuz müzik” diye tanımlıyor yaptığı müziği. “Çok daha iyi gruplar var, o meşhur !”. Ama yine de hakkını vermek lazım Balkan müzüiğini dünyaya tanıttığı için. Bu tarz müzikleri sevdiğimizden bize birkaç grup tavsiye etti, bakalım deneyeceğiz.

Bir de biradan başlayınca içme fırsatım olmadı ama buraya özgü “Medovina” yani ballı şarap, enfes ama içtiğini anlamaz herhalde insan :p, denenmeli derim :) Akşam süper muhabbet hatırına yarın sabah beraber kahvaltı yapalım deyip, mail adreslerimizi verip ayrılıyoruz.

9 TEMMUZ 2013 SALI

Geceden saatimizi kurmuşuz 8.30'a , 9'da da kahvaltı için buluşacağız, o da ne, sabah karşı 5 gibi telefon çalıyor ! Önce bir panikle acil bir durum mu var diye hayıflanıyorum ama Umut ingilizce konuşunca rahatlıyorum. İşte uyku sersemi insan anlamıyor ki ! Telefonun çalışı farklı, Umut'un elindeki telefon da kendi telefonu değil ! Meğer bizden önce kalanlardan biri telefonu yatağın altına düşürmüş, telefonunu kaybettiğinin farkına bu saatte varan insan, nerede kaybettiğini de hatırlayamadığından Umut gecenin bir vakti durumu anlatmaya çalışıyor, neyse ingilizce bilen biri telefona gelince olay netleşiyor. Sabah kalktık, ayrılacağız kaldığımız yerden, haydi bakalım anlat şimdi durumu bizim adama. Umut her zamanki usta vücut dili ile anlatmaya koyuluyor. Bak bu benim telefon, bu da onun, bu elimde tututuğum bizim değil, sen al bunu deyip cebine koyuyor adamın, yok adam anlamadı... tekrar, tekrar, neyse anladı herhalde deyip bırakıp çıkıyoruz...

Bir gece önceki muhabbetin beşlisi :)


Bugünümüz yollarda, doğanın içinde, ara ara yağmur eşliğinde geçiyor.



Crno Jezero” yani Karagöl'de ise benim için bir ilke imza atıyoruz. Bir düzenek yardımıyla halat üzerinden kayarak, gölü bir ucundan bir ucuna, havada asılı, kayarak geçiyorum. Hu huuuu, süper...



Ünlü Tara Kanyonunu ise yağmur altında görebiliyoruz ancak, birgün buralara rafting yapmak için yolumuz düşer umarım :)

Akşama'a ancak Niksik'e varabiliyoruz, aslında daha ileri gidebilir diye düşünmüştük ama daha uzun olan yolu tercih etmişiz, gerçi uzunluğunu biliyorduk ama tahminimizden de uzun sürdü, yoollaaaar yollaaaar, çiseleyen yağmur... bitmek üzere olan benzin, mecara işte :).

Sonuçta Niksik'e vardık, buralarda kamping kavramı yok, benzinliğe soruyoruz, o da bize biryeri tarif ediyor, göl kenarı, restoran falan diyor ama gerisi yok, ortak dil olmayınca tarzanca ancak bu kadar. Tarife göre “Krupac” tabelasını takip edeceğiz ama tam olarak neye ve nereye gittiğimizden emin değiliz. “Krupacko Jezero” yani “Krupac Gölü” ne gidiyormuşuz. Vardık ki kamp falan yok yine ama ben benzinlikteki kadının söylemesinden de bir restoran ve yanında kamp yapılabilecek alan olarak anladığımdan varıyoruz restorana... Restoran da ilk bakışta biraz lüks gibi göründü gözümüze, kaybedecek bir şey yok, “kamping arıyorduk biz” diyerek başlıyoruz lafa... İngilizce bilen bir garson imdadımıza yetişiyor :) “Burada kamp alanı yok ama restoranın hemen yanındaki alana çadır kurabilirsiniz, burada 24 saat açık tuttuğumuz wc kısmımız da var, dilediğiniz gibi kalın burada sorun olmaz” diyorlar. Garsonun gülergüzü, canayakınlığı mıdır bilmem, ikimiz de hiçbir tereddüt yaşamıyoruz burası için, Karadağ'da genel olarak kamp olayının olmadığını anladık, eh yol boyunca gördüğümüz kampingler de restoranların yanıydı zaten ne fark var ki, oooh kalma da beleşe geldi, yemeğimizi de yeriz burada deyip güzel bir ziyafet çekiyoruz...

10 TEMMUZ 2013 ÇARŞAMBA

Sabah ağzımıza birer kurabiye atıp, erkenden yollara düşüyoruz...

Kahvaltı etmek için durağımız BosnaHersek Trebinje. Sınırlar arasından geçiş o kadar basit ki, sınır gibi değil, millet günü birlik geçip gidiyor gibi görünüyor.

Tabi BosnaHersek'e gelmek demek, hamur demek benim için. Tam nereye otursak diye bakınırken Yunan iki motorcuyla karşılaşıyoruz, kısa bir muhabbet sonrası oturdukları yere bizi davet ediyorlar. Biz de hemen en yakın fırından böreklerimizi kapıp geliyoruz. Burada börekle ilgili not düşmem lazım, tamam Mostar'da demiştim ki çok da özel bir şey değil, tamam doğru, ama buradaki hayatımda yediğim en güzel su böreğine benzer kıymalı börekti. Aaaah ah !

Yunanistan'dan gelen motorcular orta yaşlı iki erkek, iki ayrı motorla seyahat ediyorlar. Biri dil bilmiyor herhalde, suskun ama diğeri oldukça hoş sohbet. Rotaları, ne yaptık ettik diye konuştuktan sonra Umut'a dönüp “Yengenin yanında da söyleyeceğim ama söylemeden edemedim, hayatımda gördüğüm en güzel bayanları, burada gördüm” diyor, bana da bir gülücük atıyor akabinde. Ne yapalım güzele bakmak sevaptır, iki adam sap gibi gezerse bakacak tabi. Mailler veriliyor, vedalaşılıyor, abi hesabı da ödetmiyor bize, sağolsun !


Buradan tekrar bir sınır geçişi yapıp, Hırvatistan Dubrovnik'e varıyoruz. Merkeze yakın bir kampinge varıyoruz önce, 40 euro olarak cevabımız aldıktan sonra seyir terasında karşılaştığımız ve oda fiyatına 30 euro diyen amcaya gitmeye karar veriyoruz. Dubrovnik'e 5 km mesafede deniz kenarı, e kendi aracımız da altımızda fazla para vermenin anlamı yok diyoruz. Ancak seyir terasına döndüğümüzde amca yok, onun yerine aynı yere 50 euro diyen, gram ingilizce anlamayan, bir tiple karşılaşıyoruz, işin rengi değişti ve tadı kaçtı açıkçası. Neyse bağlantı kuruluyor, adam tarif edilen yerde bizi bekleyecek, o tarafa doğru yönelmişken, Umut “dur ya ben bir kamping tabelası daha görmüştüm, ona bir bakalım, bir şey kaybetmeyiz diyor” ve bingo, 16 euroya çiçek gibi bir kampingde kalıyoruz, evet koca sözü dinlemek iyidir !

Deniz keyfi sonrası kendimizi atıyoruz Dubrovnik merkeze, tahmin edildiği gibi yine çok turistik ve kalabalık, bize göre değil. Gelirken de aramızda konuştuk aslında gitmesek mi diye, ama bu kadar yakınına gelmişken, atlamayalım dedik.

11 TEMMUZ 2013 PERŞEMBE

Bugünün sabahında spoorumuzu ihmal etmeyelim deyip sabah yürüyüşüne çıkıyoruz, sahilden diğer koya doğru gittiğimizde karşılaştığımız manzara inanılmaz. Terkedilmiş, hayalet bir koy sanki ! 3-4 tane, belli ki lüks otel, savaş zamanı bombalanmış, izler aynen üzerlerinde, öylece, tüm koy terkedilmiş... Saat sabah 8 civarı, bizim gibi yürüyüşe ve denize giren insanlar olmasa, insan neyin içinde olduğunu anlayamaz, çok ürpertici bir manzara, yaşanmışlığın izi, bomba izleri, yanyana... Dönüp kampingdeki bayana sorunca anlaşılıyor işin rengi, hükümet bu koydaki binaları topluca satmak istiyormuş, çok para istendiğinden de şimdiye kadar alıcı çıkmamış, “herşey politik” diyor bayan, “20 yıla yakın bir zamandır bekliyoruz ne olacak diye, daha ne kadar bekleyeceğimizde meçhul !” .

Hırvatistan'dan sonra yolumuz tekrar Karadağ'a, bu sefer bu ülkenin sahil kısmını görmeye... Şu meşhur Kotor'u görelim önce diyoruz, yollar çok güzel, denizin hemen dibinde dağ sıraları var. Yalnız bir sıkıntımız var hava çok ama çoooook sıcak, bir mola verelim yakından görelim diyoruz... Orada bir kafede yediğimiz cheesecake, hayatımda yediğim en güzeliydi herhalde !

Bir değerlendirme yapıp buralarda vakit geçirmek anlamsız diyoruz, hava çok sıcak, kalabalık, kalsak daha önceki sahil beldelerinden farklı bir durum yok, e denize de doyduk, ayrıca bizim Ege, Akdeniz sahillerinden daha baskın bir durumu yok bu Dalmaçya kıyılarının. Vuruyoruz kendimizi yeniden tepelere, dağlara... Manzara müthiş !



Ülke için önemli bir şahsın anıt mezarı varmış tepede, ona doğru gidiyoruz, varıyoruz, merdivenlerini de tırmanıp, mozeleyi görmeden (bize bir şey ifade etmediğinden paralı olan kısma geçmiyoruz), manzaranın tadını çıkarıp, iniyoruz aşağıya...


Yolumuzu ülkenin en büyük gölü, Skadarsko Gölü'ne çeviriyoruz. Yol üzerinde, göle dökülen Crnojevica nehrinin doğduğu kasabada kahve molası veriyoruz. Buradaki restoran önemli devlet adamlarının geldiği meşhur bir yermiş. Bizim kahve için oturduğumuz kafe de eski köprünün hemen dibinde nehir manzarasına bakan hoş biryer, kahve kaliteleriyle de Umut'u tavladılar zaten. Biz oradayken kafede aynı zamanda bir film çekiliyor, devamlı bir “şşşşt” durumu var yani. Biz de merakla olup biteni anlamaya çalışıyoruz. Ne tarz bir film anlamadık, hemen yanımızda da Çek Cumhuriyeti plakalı offroad 4 tane araç var, film ekibinin tshirtlerinden jeeplerle alakalı oldukları anlaşılıyor ama hiçbir bağlantı kuramadık ve anlamadık, bu da böyle bir anı oldu işte :)


Kafedeki garson çocuk, rotamız ve akşam konaklayabileceğimiz yer ve ilgili öneride bulundu. Çok keyifli bir rotadan Virpazar'a ulaşıp, oradan da köprünün hemen karşısındaki balıkçı köyüne varıyoruz. Evet biz turistik bir yer olmasın, daha kendine özgü bir yer olsun dedik ama bu köye de daha önce turist girmemiş galiba, tüm bakışlar üzerimizde. Restoran falan zaten yok, kalmak için gözüken en ufak bir yeşillik parçası da yok. Karadağ'da kamping kavramı olmadığından, daha doğrusu sadece sahil hattında var, burada restoranların bahçesinde kalmak gayet olağan bir durum. Neyse burada kalacak yer olmadığından köprünün hemen başındaki restorana dönüp bir konuşalım diyoruz.

Yol manzaraları...




Akşam da oldu yemeğe oturmadan şu kamp işini bir soralım diyoruz. Birkaç birbirine bakış ve soru sonrası, “neden olmasın, tabi kalın” diyorlar. Biz de gönül rahatlığı ile buraya özgü yılan balığı ve sebzeli alabalık ısmarlıyoruz. Yılan balığı enterasan, göl balıkları tatsız olur genelde, yok bunun gayet kendine özgü bir tadı ve oldukça da yağlı. Şarap, göl kenarı akşam yemeği sonrası 23 gibi, eeeh artık çadırı kuralım diyoruz. Hemen restoran yan duvarına bitişik, restoranın otoparkı içerisinde kalan yeşillik alanı gözümüze kestiriyoruz. Tam çadırı kurduk, matları şişirdik, bekçi amca geldi dikildi başımıza. Elbette anlamadığımız bir dilde bize çıkışıyor, allahtan personel henüz ayrılmış değil restorandan, hemen görevli bir bayan devreye gidip, durumu izah ediyor, ama yok, bekçi, aksi ihtiyar, olmaz diyor, patronlarını arıyorlar. Parkın hemen dışındaki bir alana yönlendiriyorlar bizi, yapacak bir şey yok taşınıyoruz.


Tam yatmaya hazırlanırken Umut'taki huzursuzluğu hissediyorum, biraz açıkta yol kenarında kaldık, bu durum da onu tedirgin etmiş. “Yok bu böyle olmayacak, paşa paşa verelim parasını kalalım biryere diyor” . Aslında biz burda parasında değiliz işin, pahalı yerler değiller, biz de kendimizi ona göre ayarlayıp geldik sonuçta. Ama kampingde kalmak her zaman işimize gelen şey, çadır artık kendi evimiz gibi, kendi yastığım, kendi yatağım, motorun hemen yanında olmak da eşyalar açısından inanılmaz kolaylık, taşıma derdi yok. Bir de hotel araştırması içine girmek pek de keyifli değil, bir yerde dur, var mı oda, pazarlık et, git bak olmadı başkasına, bundan kurtulmak esas amacımız. Neyse toplandık gidiyoruz, geç bir saat olduğundan, uzağa gitmeden Virpazar'a giriyoruz. Zaten motor durur durmaz yanımıza birileri yanaşıyor oda mı lazım diye. Hemen “Bubane”ye sesleniyorlar, 20 euro pazarlıkla oluyor 15 euro, bu kadar, hop uyku...

12 TEMMUZ 2013 CUMA

İlk defa onca yol taşıdığımız tavamızı kullanma çansımız oluyor sabah, hotelin mutfağında omletimizi pişirip düşüyoruz yine yollara... Bugün çok ülke geçişli bir gün :)

Amacımız Makedonya Üsküp'e varmak. Belli bir süreden sonra gezmeye doymuşluk başlıyor sanırım, gezmek her zaman güzel tabi ama 3 haftayı geçti gezimiz artık biryerlerde sabit olma gereği doğdu. Eve dönüp yapılacak işlerimiz olmasa, biryerlerde 4-5 gün sabit kalsak üstüne bir 3 hafta daha gezilir. Neyse dönüşte esas uzun gezimiz için hazırlık yapmamız lazım deyip, buradan sonra artık dönüş moduna geçiyoruz, bu durumda Üsküp'e gitmek için en kısa yolu tercih ediyoruz.

Önce Arnavutluk... Hııım ne demeli bu ülke için bilemedim. Yollar kötü, kuralsızlık diz boyu, Umut için yorucu bir yol oluyor, ben arkada rahatım yahu, bakınmaca :). Sonuç olarak ülkede kısa bir kafe molası hariç durmadan basıp geçiyoruz.

Sırada Kosova... Burası Türkiye'nin ufak bir kopyası. Her yerde tanıdık firmaların dükkanları, kebapçılar, keşmekeş... Burada da kısa bir mola ve ver elini Makedonya.

Yol eğlencesi :)


Üsküp, güzel bir şehir... Hemen şehir merkezine kendimizi atıp Irish Pub'da birer bira yuvarlıyoruz, o arada da internetlerini kullanarak kalacak yer araştırması ve skype üzerinden bir iki konuşma yapıyoruz.

Yemek için çarşı kısmına doğru bir geçiş yapalım deyip, Umut'un köfte sayıklamalarıyla, gerçekten sadece ve sadece köfte satan, sanırım ünlü de, bir yer buluyoruz. Köfte güzel ama aynen bizim bildiğimiz İnegöl Köfte, fazla bir beklenti olmasın yani...

Hosteli merkeze yakın bir yerden seçmiştik, çabucak varıyoruz. Süper ! Kendi kapalı bahçesi var, motordan yana derdimiz yok. Bir oda gösteriyor görevli çocuk, biz de yani olabilir de double bed olsa daha iyi olur diyoruz. Baktığımız oda 2 ayrı yatağın olduğu, 8-9 m2 bir oda ve banyo ortak. Sonra çocuk madem double bed, ben yukarıdaki odayı göstereyim diyor, Umut da ben de yukarı kata doğru çıktıkça, anaaam tavan arası havasız bir yer çıkacak endişesine giriyoruz. O da ne! Çocuk boş diye, çatı kattaki apart odayı aynı fiyata bize verebileceğini söylüyor. Ne ararken ne bulduk ! 1+1 bir apart daire, kendi banyo ve mutfağımız, bir de nehre bakan kocaman bir terasımız var :).

Bu durum bize de hoş bir tesadüf oluyor, bugün evlilik yıldönümümüz, 5 yılı devirmişiz. Nerede olduğumuzun önemi yok gerçi, dünyanın neresinde, hangi koşulda olursak olalım, yanyana olalım ! 

13 TEMMUZ 2013 CUMARTESİ

Hosteldeki sabah kahvaltısı da şahane, börek var bir kere daha ne istenir, belki birilerinin işine yarar diye adını da yazayım, “Iguana Hostel”, tavsiye edilir :).

Üsküp'te şehir gezisi... Ülkenin ekonomik durumu iyi görünüyor, buraya yatırım yapılmış, meydanlar düzenlenmiş, heykeller, su havuzları, yeni yapımda olan binalar... Ancak mimarlık adına durum içler acısı, çağın getirdiği mimari diye birşey yok ! Alçı işi yapanlar köşe olmuştur herhalde.




Fiyatlar BosnaHersek'te olduğu gibi Makedonya'da da uygun. Irish Pub'da iki bira+canlı da müzik var, ödenen para 7 tl. Akşam yemeğini bir Meksika restoranında yedik, içkili miçkili tıkabasa yemek, 42 tl. Zamanla ilgili dert olmasa biz daha kalırdık Üsküp'te.

Ama yolcu yolunda gerek...

14 TEMMUZ 2013 PAZAR

Dönüüüüş, hüzün var... Hep tatil, hep gezme olsun, hiç bitmesin. Ama heyecanda başlıyor hemen çünkü dönüş demek Asya'ya hazırlık demek !

Dönüş yolu ile iligili iki alternatif vardı. Ya Üsküp'den güneye, Yunanistan Selanik üzerinden İstanbul, ya da doğuya Bulgaristan Sofya üzerinden Edirne, İstanbul'a. Biz Sofya'yı tercih ettik, bunun birkaç nedeni var: İstanbul-Selanik yolunu daha önce yaptık. Yurda Edirne'nin güneyinden girmek gerekiyor, sonraki İstanbul'a kadar olan yol, sadece yol almak için keyifsiz, yorucu. Hava sıcaklığı fazla, daha güneye inmeyelim dedik. Yunanistan'ın uluslararası ehliyet isteme ihtimali var. Edirne'ye Bulgaristan'dan girdikten sonra İstanbul'a kadar otoban. Edirne'de hala ve eniştemizi ziyaret etme güzelliği :). Sonuç olarak vize için başvurduğumuz Yunanistan'a ayak bile basmadan yurda dönüş. Komşuuuuu !

Yol sorunsuz geçiyor, geldik sınır kapısına, uzuuuuun bir bekleyiş. İpsala yani Yunanistan sınırı böyle değildi. Konum olarak, İpsala Bulgaristan kapısı, tüm Avrupa gurbetçilerinin giriş kapısı olduğundan kuyruk oldukça uzun. Ve tek motorcu biziz :)

Sınırda yabancı plaka için işlemler var, Türk plaka olduğumuz söyleyip ilk aşamadan geçtik. İkinci kısımda Türk polisi “Fiş” diye sordu bize, “yok almadık” dedik, “oooo Türkçe'de biliyorsunuz !” dedi. Türk olma ihtimalimiz aklından bile geçmedi yani.

Avrupa'da her yaştan insan, her yerde, her koşulda geziyor. Bizler, yani Türkler, çok tembeliz ! 6-7 aylık hamile bir bayan Plitviçe Milli Parkı'nda yokuş, merdiven demeden geziniyordu. Bastonla yürüyen yaşlıları da gördüm aynı yerde. Karadağ'da anıt mezara çıkan merdivenlerde bizim soluğumuz kesildi, önümüzden 3-4 yaşında çocukları olan bir aile tırmanıyordu. Özellikle çocukları küçük yaşta alıştırmak lazım, yok yorulur, hasta olur, yok öyle bir şey !

Neyse planladığımız gibi güzel bir saatte girdik yurda, Edirne'de İnayet Hala ve Kültüral Amca'nın misafiriz bu akşam. Sağolsunlar şahane bir sofrayla ağırladılar bizi, her zamanki gibi. Muhabbet, kendi insanının sıcaklığı, özlem... İşte bunlar tekrar döndürüyor insanı yurduna.


Doğaya, göl ve dağ manzaralarına doyduk, denizin keyfini çıkardık, hamurun hakim olduğu ülkelerdeki tüm yemeklere bayıldık, dondurmanın küpüne girdik, ucuza güzel alkol tüketebilmenin keyfine vardık, yeni kültürler, yeni insanlarla tanıştık... Ben 23 gün, 5500 km; Umut 27 gün 7500 km motorumuzun, bunun adı yok daha :), tepesinde yol katettik. Çok güzeldi herşey, darısı yenilerinin başına !


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder